Pécsi íróprogram

Múlt és jelen
Rezidenseink
Mûvek
mehes.karoly@meheskaroly.hu
A honlapon megjelenġ szövegek és képek szerzġi jogi védettség alatt állnak.
Pécsi Íróprogram ::


Neslihan Acu pécsi naplója (törökül)


2010 Kültür Başkenti Pécs şehrinde bir ay kalabilmem için “Writer in Residence” bursunun Eylül ayında bana verilmesini sağlayan Writer in Recidence Programı ekibine ve yöneticisi Karoly Mehes’e çok teşekkür ediyorum.
Benim için önemli bir fırsattı ve gerçekten çok güzel bir şehir olan Pécs’de çok verimli ve keyifli bir ay geçirdim.

Önceki yıllarda, kimi zaman turistik gezilerle, kimi zamansa iş gezileri nedeniyle (bir kontakt lens ithalatçı firmasında çalışıyordum) birçok Batı Avrupa ülkesini görme fırsatım olmuştu. Ama bunlar kısa süreli gezilerdi.
Avrupa’nın Doğusunda ise daha önce hiç bulunmamıştım. Macaristan’la ilgili elbette pek çok kitap okumuştum ve epey bilgim vardı. Zaten tarihlerimiz birçok yerde kesişiyor. Ama özellikle Hans Magnus Enzensberger’in “Ah Avrupa!” adlı kitabını okuduktan sonra Macaristan’a bir gezi yapmayı, Budapeşte’yi görmeyi çok istemiştim.
Ayrıca en büyük heveslerimden biri, yabancı bir ülkede, yabancı bir şehirde uzunca bir süre kalmak ve o şehirde turist gibi değil de, şehir halkından biri gibi yaşamaktı.
Pécs’de bu isteğim gerçekleşmiş oldu.

Pécs şehri Osmanlı tarihinde adı çok sık karşımıza çıkan, adına aşina olduğum bir şehirdi. Macaristan’ın en eski üniversitesinin burada olduğunu da biliyordum.
Bu şehirde geçirdiğim bir aylık sürede, Pécs’in gerçek bir üniversite şehri olduğunu gördüm. Burada tıp eğitimi gören Almanya doğumlu birkaç Türk öğrenciyle konuşma fırsatım oldu. Özellikle Tıp ve İdari Bilimler Fakültelerinde eğitim kalitesinin çok yüksek olduğunu söylediler bana. Hem bu durum, hem de yıllık ücretlerin Batı Avrupa ülkelerine ya da ABD’ye göre daha uygun olması, şehri İskandinav ve Alman öğrenciler için önemli bir alternatif haline getirmiş.

Pécs hem bu üniversite şehri olma özelliğiyle, hem çok iyi korunmuş tarihi yapılarıyla, müzeleriyle, sanat merkezleriyle, kafeleriyle, canlı sosyal yaşamıyla, insanın kendisini gerçekten çok özgür hissedebileceği, çok entelektüel bir şehir.

Açıkçası benim en çok hoşuma giden tarafı az nüfuslu, küçük ve çok yeşil bir şehir olmasıydı.
Kalabalık ve gürültülü şehir yaşamlarına alışmak zorunda kalmış biri olarak, Pécs benim için mükemmel bir mola fırsatıydı, derin derin soluk alabildiğim bir yer oldu. Bu küçük, düzenli, sakin ve güzel şehirde durup kendimi dinledim, uzun yürüyüşler yaptım, bol bol düşündüm, gündelik rutinlerden ve yaşamın sıkıcı zorunluluklarından kurtulmanın tadını çıkardım, yalnızlığı ve özgürlüğü yaşadım.
Dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul’da doğdum ve halen 3 milyon nüfuslu İzmir’de yaşıyorum.
Çocukluğumda İstanbul çok güzel bir şehirdi ama son yirmi otuz yıldır inanılmaz büyüdü, eski dokusu yok edildi, kalabalık ve keşmekeş içinde karmakarışık bir şehir haline geldi. Son on yıldır yaşadığım İzmir de öyle. İstanbul’a göre çok küçük ama Pécs’e göre yine de çok büyük bir şehir. Ve İzmir’de de eskiye ait hiçbir şey yok. Tüm tarih acımasızca yok edilmiş durumda.
O yüzden Pécs’deki tarihi doku beni çok etkiledi. Arabaları görmezden gelirseniz, şehrin bazı sokaklarında 100 yıl öncesinde olduğunuzu rahatlıkla hayal edebilirsiniz.

Şehirdeki mimari ve tarihi binalar gerçekten çok etkileyici. Bu binaların isimlerini öğrenmeden önce, Pécs benim için mavili, kırmızılı, sarılı damların, masallardaki evlere benzeyen evlerin şehriydi.
Türkiye’de bu tür binalar pek yoktur. Bizde binalar çoğunlukla yüksek, birbirinin kopyası, sosyal konutlar tarzındadır. Oysa 50’li ve 60’lı yıllarda, hatta 70’lerde, Türkiye’de de insanlar tek katlı ya da iki katlı, bahçeli evlerde yaşıyorlardı. Sonra, nüfusun aşırı çoğalmasıyla, inşaat sektörü çok büyüdü. Tüm bu tek katlı, bahçeli evler yıkıldılar ve yerlerine çok katlı, çok daireli, blok binalar dikildi.
Şu anda hemen her şehrimiz bu tür sosyal konut tarzı binalarla dolu.
Şehirlerin tarihi dokusuna gelince… İstanbul’da –onca yıkıma ve talana rağmen- hala çok miktarda tarihi yapı var. Ama bunların birçoğu kaderine terk edilmiş durumda ve onları restore edebilmek için yeterli kaynaklar yok.
AB sürecindeyken ciddi bir umut vardı ama şimdilerde, yani bu süreçten (bana göre) biraz uzaklaştığımız şu günlerde, tarihi mirasın korunabileceğine dair inancımı epey kaybetmiş durumdayım. 2010 yılında Pécs ile birlikte İstanbul’un da kültür başkenti seçilmiş olmasının İstanbul’a –kültür ve tarih mirasının korunması bakımından- yarar sağlamasını umuyorum. Bu, oldukça önemli bir fırsat.

Pécs ise gerçekten iyi korunmuş bir şehir. AB sürecinden önce şehrin ne durumda olduğunu tam olarak bilmiyorum ama şu haliyle Pécs, tarih mirasını iyi korumuş bir şehir görüntüsünde ve dünya kültür başkentlerinden biri olmayı gerçekten hak ediyor.

Şehirde sanat hayatının canlılığı beni en çok etkileyen şeylerden biri oldu. Özellikle festival süresince gittiğim konserlerde, dans gösterilerinde çoğunluğu genç olan seyircinin büyük katılımını gördüm.
Pécs seyahatimin “Heritage Festival” günlerine denk gelmesi güzel bir tesadüftü.
Dom’un önündeki konser sahnesi en sevdiğim yerlerden biri oldu. Burada birçok caz ve etnik müzik konseri ve halk oyunu gösterisi izledim.
Festival kapsamında katıldığım en ilginç etkinliklerden biri, “Challenges of Democracy” başlıklı bir konferanstı. Agnes Heller’in “The Chances of Empires and of Democracy in Modernity” başlıklı konuşmasını dinledim. İngilizce olarak yazılı bir metin dağıtıldığı için konuşmayı takip etmek zor olmadı. Gerçekten ilham veren bir konuşmaydı.

Pécs’e Eylül’ün hemen başında geldiğim için, üniversiteler henüz açılmamıştı. Bu haliyle ilk günler şehir bana çok tenha geldi. Doğrusu, bu tenhalık hayli hoşuma gitti ama “dil” bakımından çok zorlandım. Öğrencilerin henüz gelmediği şehirde, hemen hiç kimse İngilizce konuşmuyordu. Evdeki Pécs kitabı Macarcaydı. Haritalar Macarcaydı. Sokaklarda, binalarda, tüm yazılar Macarcaydı. Dolayısıyla, epey zorlandım. Cami Meydanındaki “2010 Kültür Başkenti Pécs” bürosunu da hemen ilk günden keşfedemedim.
O yüzden ilk birkaç gün şehirde tamamen amaçsız, başıboş yürüyüşler yaptım. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bu şehrin sokaklarındaki insanları seyrettim, yaşam tarzlarını anlamaya çalıştım.

Kadınların şıklığı beni şaşırtan ilk şey oldu. Demek ki kafamda eski bir sosyalist ülkeye yönelik bir önyargı vardı. Daha renksiz, daha soluk bir görüntü bekliyordum sanırım. Oysa Macaristan’ın liberalizme geçtikten sonra ciddi bir sosyal dönüşüm yaşadığı çok belli. Yine de bu dönüşümün, Rusya’daki ya da diğer eski sosyalist ülkelerdeki kadar sert olmadığını gözlemledim. Yani, o ülkelerdeki kadar aşırı bir tüketim eğilimi oluşmamış insanlarda. Sanırım bu durum, Macaristan’ın eskiden de Avrupa’ya (yaşam biçimi olarak) daha yakın olmasıyla ve sosyalizmi kendine has bir yapı içinde yaşamasıyla ilgili.

Beni şaşırtan ikinci şey, Pécs’de hemen herkesin aşırı sigara içtiğini görmek oldu. Macarların Avrupa’nın en çok sigara içen halkı olduğunu okumuştum bir yerlerde. Doğruluk payı varmış. Bizde son yıllarda AB’ye uyum kriterleri nedeniyle sigara kullanımına çok sert yasaklar getirildiği için, çoktan AB üyesi olmuş ülkelerde sigara içme yasaklarının daha katı uygulandığını sanıyordum.
Ama gördüğüm kadarıyla Macaristan’da bu tür kısıtlamalar pek yok. Kafelerde, lokantalarda rahatlıkla içiliyor. Özellikle kadınların tiryakiliği ilgimi çekti. Sokakta gördüğüm hemen her kadın elinde bir sigarayla yürüyordu. Bu, her ne kadar özgürlük duygusu ilham eden bir görüntü olsa da, sağlık açısından pek iyi olmadığını düşünüyorum.

Bu arada şunu belirtmeliyim ki, Macaristan’da kadınların özgür ve erkeklerle eşit şartlarda yaşadıklarını görmek beni çok mutlu etti. Geceleri, oldukça geç saatlerde bile, sokaklarda tek başlarına rahatça yürüyen kadınlar gördüm.
Türkiye’de kadınlar için hayat zordur. İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerin merkez semtleri hariç, özellikle küçük şehir ve kasabalarda kadınlar hiç özgür değildir. Sokaklarda tek başlarına dolaşamazlar. Özellikle geceleri hiç güvenli değildir. Son yıllarda örtünen kadın sayısında çok büyük artış var. 30-40 yıl öncesinin daha Avrupai Türkiye’si, giderek daha baskıcı, dini kurallara göre yaşayan tutucu bir topluma dönüştürüldü. Böyle bir toplumda, ilk önce kadınların hakları elden gidiyor. Bu da benim gibi kadın haklarına büyük önem veren biri için oldukça üzüntü veren bir durum.

Pécs’de homojen bir yapı olduğunu gözlemledim. İnsanlar yaşam biçimi, giyim kuşam tarzı, alışkanlıklar vs olarak büyük farklılıklar göstermiyorlar. Ben bu tür homojen yapı gösteren şehirleri daha çok seviyorum, kendimi daha rahat hissediyorum.
Bizim büyük şehirlerimizde insanlar, tıpkı Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, çok büyük farklılıklar gösterirler. Zenginlik ve yoksulluk iç içedir. Giyim kuşam tarzları çok çeşitlilik gösterir. Tümüyle Avrupai giyim tarzı benimseyen kadınların yanı sıra, çarşafla ya da türbanla sokaklarda dolaşan çok sayıda kadın vardır.
İstanbul gibi şehirler bir yabancıya çok renkli, canlı, ilginç gelebilir ama içinde yaşayan biri için, yani bir İstanbullu için, hayat çok zordur ve çoğu zaman bunaltıcıdır.

Öte yandan, Macaristan’da Çingene nüfusunun hızla çoğaldığını ve bunun sosyal bir sorun haline geldiğini biliyorum. Ve elbette ki, şehrin o homojen yapısı içinde, daha çok geceleri, çöp toplayıcılarını ve dilenen yoksul Çingene çocuklarını fark etmemek mümkün değildi. Bunların sayıları az olduğu halde, şehir çok küçük olduğu için hemen göze çarpıyorlardı. Ama gündelik hayatta ortalıkta çok fazla Çingene görmediğime göre, demek ki bunlar kendi bölgelerinde, kapalı bir hayat yaşıyorlar.

Pécs halkı yabancılara biraz mesafeli. Kaba ya da kötü davranmıyorlar. Ama görmezden geliyorlar, ilgisizler. Yabancılara karşı sevgisizlik değilse bile, bir tür güvensizlik ve soğukluk var, bu çok belli.
Kaldığım evin bulunduğu sitede, her gün alışveriş yaptığım bakkalda, fırında, bazı akşamlar yemek yediğim lokantada, hep görünmez biri gibiydim. Hiç kimse, kim olduğum ya da nereden geldiğim hakkında tek bir soru yöneltmedi. Tam bir ay boyunca hemen her gün bir şeyler (su, soda, poşet kahve, ekmek) satın aldığım marketteki kadının bana merhaba bile demeyişi, içeriye girdiğimde yüzüme bile bakmadan konuşması, hiç gülümsememesi bana hala daha çok tuhaf geliyor.

Türkiye’de bir yabancı iseniz (hele de küçük bir şehirde!) ve iki gün üst üste aynı bakkaldan alışveriş yaparsanız ya da aynı lokantada yemek yerseniz, hemen sizinle dost olmaya çalışırlar. Kim olduğunuzu, şehre neden geldiğinizi, ne yaptığınızı, bir derdinizin olup olmadığını merak ederler. Bir sorununuz varsa muhakkak yardımcı olmak isterler. Gezip görmeniz gereken yerleri, yemek yiyebileceğiniz iyi lokantaları, alışveriş yapabileceğiniz uygun marketleri tavsiye ederler.

Pécs bu bakımdan çok farklıydı. Yalnız kalabilmek ve yazmaya odaklanabilmek için ideal bir durum olsa da, bu uzaklık duygusu beni epey şaşırttı, itiraf etmeliyim.
Şayet Pécs bir üniversite şehri olmanın ötesinde, bir turizm şehri de olacaksa, bu tavrın biraz değişmesinde yarar var bence. Sokaktaki insanın uzak ya da soğuk olması o kadar önemli değil ama marketlerde, lokantalarda, kafelerde garson, görevli vs olarak çalışanların yabancılara –profesyonel anlamda- daha sıcak ve ilgili davranması, turizmin gelişmesi bakımından bence çok önemli.

Eylül ayının ortalarında, Kıraly Caddesindeki kilisenin önünde, aslında Pécs’li olan ama yaşamını başka bir ülkede sürdüren bir kadınla tanıştım. Onun anlattıkları, yalnızlıktan kaynaklanan bir duygusallığa yenik düşerek bu konuyu abartmadığımı bana gösterdi.
Pécs’li olduğu halde, o da bu konularda aynen benim gibi düşünüyordu.
Bu kadın bana hangi ülkeden olduğumu soran “sokaktaki” ilk Macardı. Bu soruyu duyduğumda biraz şaşırdığımı ve epey de sevindiğimi itiraf etmeliyim.
Yazar olduğumu, Türkiye’den geldiğimi söyledim ve bir kafede oturup biraz sohbet ettik. Pécs şehrinde insanların çok depresif olduklarını düşünüyordu ve bana yalnızlık çekip çekmediğimi sordu. “Depresif” tanımlaması beni şaşırttı. Çünkü Pécs halkının uzak ve biraz soğuk olduğunu düşünmüştüm ama onları “depresif” diye tanımlamak hiç aklıma gelmemişti.
Depresif deyince benim aklıma İstanbul’da yaşayan insanlar geliyor. Kördüğüm olmuş trafikte birbirine bağırıp çağıran, her an öfkeli, kızgın, birbirinden hiç hoşlanmayan insanlar… Türkiye’de sokaktaki insan mutsuzdur. Yüzler hiç gülmez, en ufak bir nedenden dolayı kavgalar çıkar. Özellikle toplu taşıma araçlarında insanların birbirlerine ne kadar tahammülsüz oldukları açıkça görülür. Bu duruma zor hayat şartları, işsizlik, gelecek kaygıları, yetersiz eğitim sistemi neden olmaktadır.
Pécs şehrinde de ekonomik anlamda birçok sorun olduğu çok açık. İşsizlik, gelirlerin düşüklüğü, hayat pahalılığı… Tüm bunlar insanları mutsuz etmeye yeterli nedenler. O yüzden sokaktaki insanların neden asık yüzlü olduklarını anlayabiliyorum. Ama bu zor ekonomik koşullara rağmen, insanların kültür ve sanat faaliyetleri ve kitaplar için her zaman para ayırabilmeleri çok önemli ve güzel bir durum. Bunun kurtarıcı bir işlevi olduğunu düşünüyorum, sosyal ve kültürel anlamda bir yozlaşmayı önlüyor.

Macaristan’ı yıllar önce, sosyalist dönemde ziyaret etmiş arkadaşlarım Budapeşte’nin ve Pécs’in ucuzluğundan ve hatıra olarak alabileceğim çok değişik kıyafetler ve aksesuarlar olduğundan bahsetmişlerdi.
Ne yazık ki benim ziyaretimde Pécs artık çok pahalı bir şehirdi. Arkadaşlarıma ve aileme hatıra olarak götürebileceğim çok değişik hediyeler de yoktu.
Küreselleşme denen şey tam olarak bu sanırım. Her ülkede aynı şeyler satılıyor artık, özgün ürünler yok oluyor. Macaristan’a has folklorik giysiler, yelekler, bluzlar artık sadece birkaç mağazada bulunuyordu ve çok pahalıydılar.

Pécs’de en büyük şansım, “İngiliz Dili” bölümünde okuyan ve aynı zamanda 2010 projesinin gönüllülerinden olan bir Macar öğrenci kızla tanışmam oldu.
Şehrin gezilecek yerlerini, önemli binalarını, tarihi mekanlarını, müzelerini, iyi kafelerini, ucuz ve güzel yemekler yenebilen lokantalarını bana hep o gösterdi, şehirle ilgili tüm sorularımı sabırla cevapladı, festival süresince de hep yanımdaydı. Birçok gösteriye birlikte gittik. Beni Erasmus’la kardeş şehir Kütahya’dan gelen diğer Türk öğrencilerle tanıştırdı. Misafir üniversite öğrencileri için düzenlenen iki şehir turundan haberdar etti, böylece şehri rehber eşliğinde gezip görme şansım da oldu.
Yine onun aracılığıyla üniversite gazetesi için bir Macar gazeteci ve müzisyenle röportaj yapma fırsatım oldu.

Pécs şehrini genelde çok beğenmekle birlikte, her yabancı gibi ben de en çok şehir merkezinde kendimi daha rahat hissettim.
Gazi Kasım Paşa Camisini Dom’a bağlayan cadde, en sevdiğim yoldu. Burada hemen her gün yürüdüm.
Kilitlerin asılı olduğu duvarı ilk gördüğümde epey şaşırmıştım. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim ve ne anlama geldiğini de bilmiyordum. Öğrendiğimde hayli etkilendim. Daha sonra bu konuyla ilgili, o sıralar köşe yazarlığı yaptığım internet haber sitesinde bir yazı da yazdım.
Bu “Wall of Padlocks”un önünden her geçtiğimde, “acaba duvar bu kilitlerin ağırlığından yıkılmaz mı?” sorusu aklıma takılıyordu. Rehber eşliğinde yaptığımız gezide öğrendim ki, duvar gerçekten de çökmeye başlamış, bu yüzden aynı caddede ikinci bir duvar kullanıma açılmış.
Rehber ayrıca, aşıkların bu kilitleri şehrin muhtelif yerlerine astıklarını da anlattı. Geceleri balkonlara tırmanıp asanlar bile varmış.
Doğrusu, bu hoş bir hikayeydi. Bunu dinledikten sonra binalara daha dikkatli bakmaya ve kilitleri fark etmeye başladım. Mesela Gazi Kasım Paşa caminin önündeki parmaklıklarda bile bu kilitlerden vardı.

Kıraly Caddesi, bana en tanıdık gelen caddelerden biri oldu.
Her şehirde, sağlı sollu kafeleri, lokantaları, kültür merkezleri ile mutlaka böyle trafiğe kapalı bir gezi caddesi bulunur. İstanbul’da Beyoğlu, İzmir’de Kıbrıs Şehitleri, Budapeşte’de Vasi Utca…
Kıraly Caddesi pek minyatür bir cadde olmakla birlikte, şehrin ruhunu gayet iyi yansıtıyor. Bu caddede çok güzel binalar var. İlk günler en hoşuma giden şeylerden biri, National Theater binasının önündeki banklara oturup meydanı ve gelip geçenleri seyretmekti.

Pécs’deki mimariden çok hoşlandığımı söylemeliyim. Yeni yapılan binalarda bile eski zamanlara has bir estetik var.
Şehrin hemen her yanında eski binaların restore edildiğini, boyandığını görmek çok güzel. Sadece görkemli binaların değil, basit eski yapıların bile korunduğunu, yenilendiğini görmek insanı mutlu ediyor. Bu binaların bol bol fotoğraflarını da çektim.

Hem şehir turunda, hem de Zigetvar’a yaptığım bir gezide, Osmanlı egemenliğindeki dönemlerin şehrin ruhunu hayli etkilemiş olduğunu gözlemledim. Üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hala eski savaşların izleri var, deyimlerle anekdotlarla bir şekilde gündelik hayatın parçası olmuşlar. Bu açıkça görülüyor.

Csontvary Müzesi, Cella Septichora, Modern Art Gallery, Zsolnay Müzesi, Barbican gibi müzeler ve tarihi yerler çok etkileyiciydi.

Pécs’de kaldığım bir ay içersinde Macar mutfağını da yakından tanıma fırsatım oldu.
Ben Akdeniz kökenli (Ailem Girit adasından) olduğum için Akdeniz mutfağına çok düşkünüm. Zeytinyağlı yemekler, ot salataları, zeytin, balık çeşitleri, bol sebze ve meyva en çok tercih ettiklerim. Bu nedenle Pécs’de yemek konusunda ilk günler biraz zorlandım. Macarların acı bibere bu kadar düşkün olduklarını bilmiyordum. Macar gulaşı, balık çorbası gibi meşhur Macar yemekleri benim için gerçekten fazla biberli ve baharatlıydı.
Pécs’de insanların (bu tüm Macaristan için geçerli sanırım) genelde çok ağır, yağlı ve salçalı yemeklerle, yağlı etler ve hamur işleriyle beslendiğini gördüm. Burada tıp fakültesinde okuyan bir arkadaş, Macaristan’da Almanya’dakiyle aynı sayıda şeker hastası olduğunu söyledi bana. İki ülkenin nüfuslarının çok farklı olduğu, Almanya’nın çok daha kalabalık olduğu düşünülürse, Macaristan’daki şeker hastası sayısı gerçekten korkutucu bir seviyede görünüyor.
Pécs’de benim için en hoş sürpriz, hemen her kafede ve lokantada ucuz fiyata ve güzel şarap bulabilmek oldu. Şarap içmeyi çok severim, şarap kültürü de çok ilgimi çeker. Türkiye’de şarap pek tüketilmeyen ve pahalı bir içkidir. Devletin koyduğu anormal vergiler yüzünden hem üretimi azdır, hem de satış fiyatı pahalıdır. Anadolu’nun geçmiş yıllarda üzüm bağlarıyla dolu olduğunu ve şarapçılığın çok yaygın olduğunu bilenler için, bu durum oldukça üzücüdür.

Sonuçta Pécs’de çok keyifli zaman geçirdim. Romanlarım ve senaryolarım için bol bol konu düşündüm ve epey de yazdım. Ama şunu düşünüyorum ki, böyle bir deneyim için 1 aylık süre kesinlikle yeterli değil. Çünkü ilk on gün insan zaten ortama alışmaya, adapte olmaya çalışıyor. Tam alıştığında, artık bir şeyler üretebilecek bir hale geldiğinde, belki biraz dil öğrenebileceğinde, ne yazık ki geri dönüş vakti geliyor.
Daha uzun bir süre kalabilseydim Macarcayı biraz olsun öğrenmeyi gerçekten isterdim. Çünkü bu dil, ritmiyle ve harflerinin Türkçeye benzerliğiyle epey ilgimi çekti.

Macaristan’daki son iki günümü Budapeşte’de geçirmek üzere gerekli düzenlemeleri yapmış, bir otelde yer ayırtmıştım.
Budapeşte gerçekten çok güzel bir şehir, beni çok etkiledi. Tuna nehrinin kıyısı boyunca uzayıp giden rayları, koca demirleri ilk gördüğümde çok şaşırmış, hayli etkilenmiştim. Bir başka şehirde kolaylıkla şehri çirkinleştirebilecek bu görüntü, nedense Budapeşte’ye çok yakışıyor. Çok sihirli, değişik bir havası var şehrin.
Nehir boyunca sıralanmış kafeleri, bakımlı sokakları, çoğu restore edilmiş binaları, tarihi meydanları, heykelleri, köprüleri ile Budapeşte yaşayan, capcanlı bir şehir. Olağanüstü. Şimdiye dek gördüğüm şehirler içinde beni en çok etkileyenlerden biri.

Pécs şehrinde geçirdiğim çok güzel bir ay ve bu eşsiz deneyim için “Writer in Residence” ekibine bir kez daha teşekkür ediyorum.